Yirminci yüzyılın önemli barış aktivistlerinden biri olan Mahatma Gandhi, Hindistan tarihinin akışını kelimenin tam anlamıyla düşmanını besleyerek değiştirdi. Rivayete göre Gandhi'ye bir İngiliz yetkili tarafından ziyaret edileceği ve İngiliz tuz vergisini protesto etmek için yürüyüş yapmak gibi yıkıcı bir faaliyetten vazgeçmemesi halinde kendisini hapisle tehdit edeceği söylenmişti. Gandhi'nin danışmanları, gelecek olan İngiliz yetkilinin arabasının lastiklerini patlatmak için yola çivi koymayı önerdiler.
Gandhi, "Böyle bir şey yapmayacaksınız," dedi. "Onu çaya davet edeceğiz."
Hayal kırıklığına uğrayan danışmanları ona itaat ettiler. İngiliz yetkili geldiğinde, kendinden emin ve kararlı bir şekilde içeri girdi. "Şimdi, Bay Gandhi, bu sözde tuz yürüyüşü bir an önce durmalı. Aksi takdirde sizi tutuklamak zorunda kalacağım."
"Peki," dedi Gandhi, "önce biraz çay içelim.”
İngiliz isteksizce kabul etti. Fincanındaki çayı bitirdikten sonra hızlıca, "Şimdi işe koyulmalıyız. Bu yürüyüşler hakkında ..."
Gandhi gülümsedi. "Henüz değil. Biraz daha çay ve bisküvi alın; konuşacak daha önemli şeyler var."
Ve böyle devam etti. İngiliz, Mahatma'nın söylediklerine giderek daha fazla ilgi duymaya başladı, resmi görevinden tamamen uzaklaşana kadar birden fazla çay içti ve birçok bisküvi yedi ve sonunda Gandhi'nin amaçladığı gibi orayı terk etti. Gandhi, nezaket ve karşılıklı saygı anlamına gelen bir İngiliz ritüeli olan çay aracını kullandı ve bu düşmanı bir müttefik haline gelene kadar kelimenin tam anlamıyla onu besledi. Gandhi’nin savaşmak yerine besleme taktiği, tarihteki en olağanüstü şiddetsiz devrimlerden birine katkıda bulundu.
Dünyanın bir diğer ucunda ve oradan tüm dünyaya yayılan anlayışa baktığımızda ise kahramanların her daim düşmanlarının kafalarını kestiğini, düşmanlarını yok ettiklerini görürüz. Tüm bir batı mitolojisi düşmanın öldürülmesi üzerinden ilerler. Ortada bir düşman varsa savaşmalısındır. Dominant batı kültüründen zihinlerimize bir zehir gibi sızmış bu anlayış ile kendi yaşamlarımızdaki her bir tehlikeye, her bir düşmana bizler de böyle yaklaşıyoruz.
Buddha, aydınlanmadan hemen önce Mara onu ziyaret eder. Elindeki tüm kozları kullanarak Siddharta’yı yolundan caydırmayı dener; şehvet, öfke, şüphe, korku…. Ve Buddha, Mara’ya tüm gücüyle saldırmak yerine “ Seni görüyorum Mara.” der. Buddha aydınlandıktan sonra da Mara ara ara ortaya çıkmaya devam eder ve her seferinde Buddha karşısındaki minderi işaret edip çaya davet eder.
En son ne zaman içeride veya dışarıda beliren iblislerine “ seni görüyorum.” dedin? Ya da diyebildin mi?
Bizler kahramanların ellerinde kanlı kılıçlarıyla şaha kalktığı bir kültürün içerisinde yetişirken iblislerimizi çaya davet etmemiz mümkün olabilir mi?
Ancak; mücadele etmenin, savaşmanın bu kadar yüceltildiği zamanlarda başka türlü bir yaklaşımın mümkün olduğunu fısıldıyor yaşam bana son birkaç aydır.
Baharın tüm görkemi ile geldiği bugünlerde, geçen kocaman bir kışın bendeki özeti neydi diye düşünmeye başladım bu sabah. Derin bir şeyin içinden geçmiştim. Ve bu şeyin tam bir adını koymak gerekirse “iblislerimle tanışma, onlarla savaşma, onları reddetme, onları kabullenme ve onlara kendimi sunma.” derdim.
Evet biraz uzun bir isim oldu ama buna isimden ziyade özet diyelim :)
Kapkaranlık bir kışın özeti.
Aslına bakarsan buraya dair ilk farkındalık Bali’deyken gelmişti. İlk defa o zaman bir sabah uyanıp “depresyondaysam eğer, depresyonda olduğumu kabul etsem ne olur?” demiştim. Cennetteydim ama öyleymiş gibi hissetmiyordum. Tam da bu sebepten kabul etmek istemiyordum; yo, yo, ben iyiyim…
Radikal kabul kavramını hocam Tara Brach’tan ilk duyduğumda anladığımı sandığım şeyi Bali’de o sabah idrak etmeye başlamıştım.
“This too.” diyordu Tara her daim. Ve o sabah ilk defa ben de “depresyon da dahil.” diyebilmiştim. Aslına bakarsan klinik bir durum söz konusu değildi ama tükenmiş hissediyordum. Ve bunu yok saymak, direnç göstermek, başka şeylerle bypass etmekle harcadığım enerjiyi o an sadece kabul etmeye yönlendirdim.
Ve ilginç birşey oldu.
Tıpkı uçan balonlardan atılan o yük torbaları gibi bedenim bir anda hafifledi. Önce bir silkelenme ve sonra bir gevşeme hali geldi tüm bedenime.
Sonra Game of Thrones’taki kışa benzer bir kış geldi çattı :)
Winter is here babe…
İblisler en savunmasız anlarımda ellerindeki tüm kozlarla saldırmaya başladılar, kuzeyden beklerken güneyden geldiler, sağlam sandığım kalelerimden sızdılar birer birer…
Ve Aidiyet Programı’nda bir atölyeyi buna ayırmaya karar verdim. Eğer bizler kendi iblislerimizi dahi kabul etmeyeceksek nasıl ait hissedebilirdik ki. Programın en dönüştürücü haftası oldu. Zira bizler o gün iblislerimizi çaya davet ettik ve onlara ellerimizle hazırladığımız çayları sunduk.
Günün sonunda ise o kadar korktuğumuz, devasa dişli yaratıklar olarak gördüğümüz canavarlarımızın, iblislerimizin bizim müttefiklerimiz olabileceğini keşfettik.
Bu bir refleks aslında. Biraz evrimsel biraz da kültürel. Karşıdan bana doğru ağzından salyalar akarak gelen bir köpek gördüğümde tüm atalarım gibi ya kaçarım ya da onunla savaşırım. Bu evrimin bana hayatta kalmak için sunduğu bir armağan. Kültürel öte yandan; çünkü düşmanın her daim başı ezilmeli.
Ve sonra Gandhi gibi başka bir frekanstan birileri gelir ve gösterir ki; hayır ona çay da sunabilirsin.
İçimdeki bu refleksi görüp tanımak bana çok iyi geldi. Üzgün hissederken içeride “Hayır, üzgün olmamalıyım!” diyen o parçayı tanımak, onun belli hisleri, duyguları ve deneyimleri reddettiğini görmek neden daha fazla acı çektiğimi anlamamı sağladı.
Buddha buna ikinci ok diyor malum. Acı verici deneyimin kendisinden ziyade o deneyim karşısında hissettiklerimizi reddettiğimizde, onlarla mücadele ettiğimizde daha da acı çekmeye başlıyoruz.
Tüm kış kendime hatırlatmaya çalıştığım buydu; Eda hayalkırıklığı da dahil yaşama, pişmanlık da, öfke de, acı da. En hissetmek istemediğin hislerin hepsi dahil. Onlarla savaşmak yerine;
Sevgili öfkem çay almaz mıydın?
Sevgili yasım biraz daha oturmaz mıydın?
Ahh canım hayal kırıklıklarım biraz daha bisküvi?
Demek de hayata dahil ve çok sahici.
Ahh tabii elbette hafif hem de çok.
Sevgiyle
Eda