“Hem iyi hem de kötü, iki haber var. Kötü haber şu; medeniyet, bildiğimiz anlamdaki medeniyet sonlanmak üzere. İyi haber ise şu; medeniyet, bildiğimiz anlamdaki medeniyet sonlanmak üzere.” Swami Beyondananda
İklim çöküşü... türlerin kitlesel yok oluşu… işlevsiz bir ekonomik sistem... yönetimde şirket hakimiyeti... aşırı nüfus… ahlaksız ve açgözlü liderler…tüketim kültürü… artan doğal afetler…
İnsanlık tarihinde kritik bir dönemden geçiyoruz ve önümüzdeki birkaç yıl içinde alınacak kolektif kararlar, gelecek nesiller için olayların gidişatını belirleyebilir. Sorunlar çok büyük ve göz korkutucu - nereden başlamalı? Çoğu zaman kendimizi güçsüz, hatta felç olmuş hissediyoruz. Hele bir de son dönemlerde bu topraklarda yaşadıklarımızı düşünürsek, öfke ve çaresizlik halleri arasında mekik dokuduğumuz bir gerçek.
Yaşadığımız sorunların sebeplerinin bilimsel temellere oturtarak anlamak mümkün olsa da birçok düşünür ve bilgenin de dile getirdiği gibi bu aynı zamanda manevi &spiritüel bir kriz de. Sadece iklim krizi diye tanımlamak meseleyi doğa bilimleri ekseninde sınırlıyor. Oysa ki şu an var olan tüm krizlerimiz aynı zamanda manevi bir krizdir de.
Peki bizler bu devası krizlerin ortasında bireyler olarak ne yapabiliriz? İşte bu sorunun cevaplarının peşine düştüğümüz bir bülten olacak bu.
Hazır mısın?
Yeni Bir Hikaye Lazım Bize
Öncelikle ilk adım bunun bir manevi kriz olduğunu kabul etmekten geçiyor. Tarihte sanayi devrimi ile batıdan neredeyse tüm dünyaya yayılan icatlar, teknolojik ve bilimsel gelişmeler beraberinde yeni bir anlayış, yeni bir hikaye de getirdi. Bu hikaye zamanla ortak insanlık hikayesine dönüşerek yerel kültürlerin, inançların ve değerlerin üstünü örttü. Peki neydi bu hikaye?
İnsan aklı ile doğayı (ve de tanrıyı) alt edecek, böylelikle zenginlik ve rahatlık içerisinde yaşayacağız.
Bu kadar basit mi? Değil elbette ama bu kadar basite indirgemek mümkün bu hikayeyi. Beyaz adamın bu hikayesi tüm dünyayı demir ağlarla ördükçe yaşamla olan organik ve gizemli bağımız da soluklaştı, silikleşti.
Şimdi geldiğimiz noktada tüm bu krizlerin içerisinde, tüm bu acının içerisinde elimizde tükenmiş içi boş bir hikaye ile devam edemeyeceğimiz bir noktadayız. Bu da bizlere bir birey olarak payımıza düşen acıyı ve de sorumlululuğu alırken nasıl bir hikayeyi örmek istiyoruz sorusunu sordurtuyor?
Bu hikaye her birimizin kişisel inançlarından ziyade ortak bir hakikate işaret edebilmeli. Bu hakikat ise bağlı varoluşumuz (interconnectedness). Dünya üzerinde her bir varlığın (taşın, suyun, havanın, böceğin, insanın, hayvanın ve ötesinin) birbiriyle bağlı bir varoluşunun olduğu gerçeğine bizleri hizalayan yeni bir hikayeye ihtiyacımız var.
Kim bilir belki de birçoğumuz çoktan bu hikayeyi yaşamaya başlamışızdır bile. Şamanların, yogi&yoginilerin, dervişlerin, budistlerin zaten bildiği bu hikaye tüm dünyayı ışık ağları ile kaplayana dek onu sıkıca örmeye devam etmek o halde mesele.
Bu yeni ama kadim hikaye ortak hikayemize dönüştükçe şefkatin bizleri bu krizlerle yüzleştirecek, içinden geçirecek en sağlam gemi olduğunu anlayacağız.
Bu neden manevi bir kriz de?
Çünkü tüm kadim geleneklerde, dinlerde, manevi öğretilerde, felsefelerde değer verilen diğerkâmlık, cömertlik, dürüstlük gibi erdemlerin çöküşe geçtiği bir çağdayız.
İnandırıldığımız veya inanmayı seçtiğimiz bu ilerleme hikayesinde sürekli bir şekilde kopuk ve herşeyden bağımsız bir benlik, bir varolma hali yüceltiliyor. Topluluk bilincinin ve ruhunun yok olduğu, bireysel kurtuluş mitlerinin yaratıldığı çok dar bir boğazdan geçiyoruz. Esasında geçemiyoruz…
Tam da bu sebepten bu bir manevi kriz.
Dünyayı Mı Kurtarıyorsun?
Varoluşunun varolan diğer tüm varlıklara bağlı olduğunu idrak edebildiğinde, bir yerde bir acı varsa onu başkasının acısı olarak görmezsin, göremezsin. Dünyayı kurtardığın, insanlara yardım ettiğin, kahraman olduğun sanrısına kapılmamak için bu idrak gereklidir. Zira atacağın her adımın, her eylemin ardında ( az tüketmekten, bağış yapmaya, aktivizmden duaya) “kurtarıyorum”, “fedakarlıkta bulunuyorum” inancı varsa ya tükenirsin ya da kaskatı bir egoyla şişersin. Dünyayı omuzlarında taşıyan Atlas değilsin diyor aktivist Vandana Shiva ve ekliyor; tam tersi dünyanın seni taşıdığını unutma.
Yaptığımız her ne ise kendimiz ve her şey için yapıyoruz. Bir nehrin toksik atıklarla öldürülmemesi için, bir plastik bardağın okyanuslara karışmaması için, bir çocuğun istismar edilmemesi için attığın ve atacağın her adım onlar için değil bir parçası olduğun yaşam için. Hepimiz ve herkes için.
Elbette ki sen plastik bardaktan kahve içmemek için direttiğinde, küçük de olsa masa altından rüşvet almadığında “Sen mi kurtaracaksın Dünya’yı?” diyecekler olacak.
Burada dünyayı kurtarmadığını, inandığın değerlerle yaşadığını, yaşama saygı duyarak varolmayı seçtiğini kendine ve diğerlerine hatırlatman gerekecek, gerekebilir.
Üstelik yalnız değilsin, değiliz. Ana akım medyada görünmemeleri var olmadıkları anlamına gelmiyor. Amerikalı çevreci ve aktivist Paul Hawken çoktan iki milyonu aşan, barış, sosyal adalet ve sürdürülebilirlik konularında çalışan küçük ve büyük çapta organizasyonların olduğunu belirtiyor.
Hakikatin en sonunda ortaya çıkma gibi bir huyu vardır demişler. Bağlı varoluşumuzu her geçen gün idrak edenlerin sayısı artıyor, artacak da. Başka çaremiz mi var!
Bodhisattva’lıktan Ecosattva’lığa…
Buddha üç zehirden bahseder : açgözlülük, cehalet ve şiddet. Bu üç zehirden özgürleşmedikçe ısdıraptan da özgürleşemiyoruz. Onun zamanında ve daha sonraki yüzyıllar boyunca insanlar Buddha’nın bıraktığı rehberlik ile bu üç zehirden özgürleşmeye çalıştılar. Bireysel özgürleşme çabalarını samsaradan (acıyla yoğrulan varoluş boyutları) çıkış, nirvanaya (acıdan özgürleşmiş nihai boyut) varış olarak özetleyebiliriz.
Bu aydınlanma geleneğinde, tüm varlıklar özgürleşmeden nirvanaya geçiş yapmayacağına yemin etmiş aydınlanmış varlıklara Bodhisattva deniliyor. Kendini acı çeken her bir varlığın acısını dindirmeye adamış varlıklar Bodhisattva’lar.
Bu konuda David Loy şöyle diyor :
“Genel mitolojiye göre, bodhisattvalar kendilerini feda ederler çünkü nirvanaya girerek ve yeniden doğuşu sona erdirerek bu samsara dünyasını aşmayı seçebilirler, ancak bunun yerine geri kalanımıza yardım etmek için burada kalmaya yemin ederler. Bu tür bir diğerkâmlık (alturism) bodhisattvanın yararına olanı diğer herkesin yararına olandan ayırmaya devam eder. Bodhisattva'yı neyin motive ettiğini anlamanın daha iyi bir yolu vardır - eğer uyanışı, aydınlanmayı dünyanın (geri kalanından) ayrı olmadığımın farkına varmak olarak anlarsak, o zaman bodhisattva'nın "başkalarına" yardım etmekle meşgul olması kişisel bir fedakarlık değil, kişisel gelişimin daha ileri bir aşamasıdır. Dünya ile olan ikiliksizliğime (non-duality) uyanmak benmerkezci düşünme ve davranma alışkanlıklarını otomatik olarak ortadan kaldırmadığı için, bodhisattva yolunu izlemek dünya ile olan ilişkimi yeniden yönlendirmek için önemli hale gelir. "Bu durumdan ne çıkarabilirim?" diye sormak yerine, "Bu durumu daha iyi hale getirmek için ne katkıda bulunabilirim?" diye sorulur.”
Şu an geldiğimiz noktada ise Buddha’nın bahsettiği üç zehrin kurumsallaşmış olduğunu görüyoruz. David Loy; “mevcut ekonomik sistemimizin kurumsallaşmış açgözlülük olarak anlaşılabileceğini; militarizmimizin saldırganlığı kurumsallaştırdığını ve ana akım medyanın yanılsamayı kurumsallaştırdığını, çünkü birincil odak noktalarının bizi gerçekten neler olduğu konusunda eğitmek ya da bilgilendirmekten ziyade reklamcılık ve tüketicilikten kâr etmek olduğunu ileri sürüyorum.” diye üç zehri bireyden kurumlara da taşıyor.
O halde bu devasa küresel krizler çağında bodhisattva’lıktan ecosattva’lığa geçiş yapma zamanı gelmiş olabilir. Kendi özgürleşmemizin gezegenin özgürleşmesinden geçtiği bilinci ile harekete geçmek anlamına geliyor bu.
Peki o halde ne var önümüzde?
1- Gerçek niyetinin farkına var.
Hangi aktivist eylem olursa olsun ardında mindfulness prensipleri yani bilinçli bir farkındalık yoksa sonuç genellikle hüsran oluyor. Eylemlerimizin ardında yatan niyeti açık bir şekilde anlamamız gerek. Dürtüsel, korku ve öfke kaynaklı eylemlerimizin sonuçları ya kısa vadeli oluyor ya da daha fazla zarar veriyor. Eylemlerimizin altında yatan gerçek sebepleri ise ancak zihnimizi gözlemleyerek görebiliriz. Kendimize söylediğimiz gerekçeler ile gerçekte bizi motive eden gerekçeler aynı olmayabilir. Zihin ile çalışmadıkça “mindful” bir aktivist olmamız pek mümkün görünmüyor. Meditasyon, dünyaya ektiğimiz tohumların farkına varmamızı sağlayan çok güçlü bir pratik.
2-Sonuç odaklı zihni fark et.
“Bizimkisi denemek.
Gerisi bizi ilgilendirmez.” T.S Eliot
“Benim tek başıma ne kadar bir katkım olabilir ki? Ben bu kadar uğraşıyorum, dikkat ediyorum ama tüm çabalarım bir multi milyonerin, bir fabrikanın bir saatlik tüketimi ile, bir politkacının tek kelimesi ile sıfırlanıyor…”
Zen zihnini ile yola çıkıyoruz, ortalama bir zihinle değil, daha da doğrusu niyetimiz bu; “bilmiyorum zihni”. Yaptıklarımın, çabamın etkisi olacak mı bilmiyorum. Sonucun ve başarının peşinde koşan zihnin hep hüsran veya tatminsizlik getirdiği aşikâr. Meditasyon gibi pratiklerimiz de tam da bu zihni değiştirmek üzerine değil mi?
Ben zarif, sevecen, dikkatli, minimal yaşadığım için, şefkatli yaşadığım için ne değişecek bilmiyorum. Gözlerimi hedefe dikmek yerine sürece odaklanıyorum. Elimde olan sadece şimdiki an. Şu an içerisinde yapabileceklerimden sorumluyum. Sadece şu an ortaya koyduğum özen ve dikkat var. Süreç var. Sonucu ise bilmiyorum.
3. Ayrıştırmayan bir zihne doğru
“Hatırlanması her zaman kolay olmasa da, temel mesele zengin ve güçlü "kötü" insanlar değil, kolektif açgözlülüğü, saldırganlığı ve yanılsamayı teşvik eden sosyal yapılardır. Buda'nın pragmatizmi ve nondogmatizmi - örneğin, kendi öğretilerini nehri geçtikten sonra sırtımızda taşınmaması gereken bir sal olarak görmek - pek çok ilerici grubu zayıflatan ideolojik kavgaları kesmeye yardımcı olabilir. Ve Budistlerin nitelikli araçlara yaptığı vurgu yaratıcı hayal gücünü ön plana çıkarır ki bu da bu dünyada birlikte yaşamanın daha sağlıklı bir yolunu birlikte inşa edeceksek gerekli bir özelliktir.” David Loy
Kendimize şeytanlar, canavarlar yaratmamamız önemli. Evet bu sosyal yapıları, bu kurumları yönetenler var, onların yanlış kararları ile daha da çıkmaza giriyoruz. Ancak değişim yaratmak, acıyı azaltmak üzerine yürüdüğümüz bu yolda kendi şeytanlarımıza bakmak yerine dışarıdaki şeytanlara çok fazla odaklanmak kalbi de ayrıştırır, ikiliğe düşürür.
4. Eylemlerimizin sonuçlarına tutunmamak
Bu biraz da övgüye de yergiye de aynı mesafede durabilmek demek. Bizdeki karşılığı da “iyilik yap, denize at.” olsa gerek.
Bir ecosattva olarak iklim krizinden, sosyal adalete, yolsuzlukla mücadeleden savaşlara karşı olmaya dek, her bir eyleminin karşılığında övgüler de alabilirsin, yergiler de. Eylemlerinin sonucuna, onlara verilen karşılığa karşı soğukkanlı olabilmek bu yoldaki en önemli erdemlerden.
Ayrıca bu soğukkanlılık eylemlerimizin meyvelerine bağlılık duymamaktan kaynaklanır ki bu dünyadan kopuk olmak veya yeryüzünün kaderine duyarsız olmakla aynı şey değildir. Bağlanmamak, kişinin aktivizminin sonuçlarıyla ilgilenmediği anlamına gelmez, ancak aktivizmin içerdiği kaçınılmaz aksilikler ve hayal kırıklıkları karşısında gereklidir, aksi takdirde öfke, umutsuzluk ve tükenmişliğe yol açar. Zorlukların aciliyeti göz önüne alındığında, elimizden geldiğince çok çalışırız. Çabalarımız umduğumuz şekilde meyve vermediğinde, doğal olarak biraz hayal kırıklığı hissederiz; ancak bu duygulara takılıp kalmayız, çünkü bu tür duygulara tutunmamamıza yardımcı olan içsel bir pratiğimiz vardır.
Elmas sutra’da şöyle der ; tüm varlıkları kurtarırız, kurtarılacak bir varlık olmadığını bilerek…
Bunu “boşluk ve benliksizlik” üzerine paylaştığım önceki bültenleri okuyanlar anlayabilirler. Bir bodhisattva’nın tutunmamasının (non-attachment) sebebi tam da budur. Bu bilgeliğe erişmiş olmasıdır.
Peki bizler bir bodhisattva mıyız ya da bu çağa uyarlarsak ecosattva mıyız? Hocalarım hepimizin doğuştan gelen Buddha doğasına sahip olduğundan bahseder. Buna kalpten inanıyorum. Yaşamdaki en yüksek amacımız da bu doğayı açığa çıkarmak olabilir mi?
Sevgiyle
Eda