Ne Nisan’dı ama! Göksel olarak oldukça sıkı bir gökyüzü vardı. Ve olanlar oldu ve olanların ne olduğunu anlamamız biraz zaman alacak…
Bu ay hayatımda değişenlerin etkisini daha sonra sanki sihirli bir değnek değmiş gibiydi diye anabilirim.
Aslına bakarsanız ortada sihirden ziyade kan, ter, gözyaşı var yani bildiğin emek. Ve bir de tabii 16 derece Balık’tan Merkür’üme karşıt açı yapan sevgili Satürn…
Sende durumlar nasıl sevgili okur? Nisan neleri serdi önüne?
Ben kapanışı şefkatle yapıyorum.
Eşimle baby reindeer’ı izleyip bitirdik. Muazzam şekilde dokundu tüm öpülmemiş yaralarımıza. Çarpıcı bir hikaye ve oyunculuk var, ancak taciz unsurları barındırdığı için izlemek tetikleyici olabilir. Zor. Gerçekçi.
Peki şefkat?
Malum Türkiye’de de son yıllarda şefkat ve özşefkat kavramları sıkça konuşulmaya başlandı. Eğitimleri açıldı. Budist psikolojiden pratikler ve öğretilerin temelini oluşturduğu çalışmalar yapıldı. Her yerde duymaya başladık. Ve kaçınılmaz olarak özşefkat kavramı da popüler bir kişisel gelişim kavramı olarak raflarda yerini aldı. Narsisizmin zirve yaptığı bir çağda ve kültürel ortamda şefkatten ziyade türetilmiş özşefkat kavramının bu kadar popülerleşmesi şaşırtıcı olmadı tabii ki. Her ne kadar bu alanda sıkı çalışmış öğretmenler şefkatin hakkıyla pratik edilmesi ve anlaşılması için çabalasalar da mevzu dönüp dolaşıp bir kişisel gelişim malzemesine dönüştü.
Nasıl mı?
Özşefkatin kendine bakım vermekle, kendini sevmeye çalışmakla, düzenli pratikler uygulamakla yerine getirildiğine dair bir algı oluştu.
“Eğer sabahları düzenli pratiklerimi uyguluyorsam, meditasyon yapıyorsam, kendime karşı nazik ve yumuşak bir ses tonu kullanıyorsam, yargılamıyorsam kendime karşı şefkatli oluyorumdur…”
Kısmen doğru diğer birçok şey gibi…
Doğru olmayan diğer tarafı ise şu, şefkat için acı çektiğini görebilmek gerekiyor. Acı çektiğini farketmek gerekiyor. Acının bazen kendisini farklı şekillerde kamufle ettiğini idrak etmek gerekiyor.
Ve en zor olanı ise bir tarafınla acıya bağımlı olacak kadar ızdırap içerisinde olduğunu görebilmek için uzun uzun kendine bakmak gerekiyor.
İşte tam bu noktada diziye ( baby reindeer) bağlanırsak kırılma noktası olan bir sahne var. Komedyen olan ana karakter uzun süredir beklediği ve finale kaldığı yarışma esnasında sinir krizi geçiriyor ve bir anda hakikat açılıyor önünde perde perde. İlk defa o an kendine karşı şefkat açığa çıkıyor, daha doğrusu şefkatin açığa çıkma olasılığı görünüyor, kapı aralanıyor. Çünkü ilk defa acısına temas ediyor.
Acına, kendine acımadan temas ettiğinde şefkatin kalbinde açığa çıkma olasılığı görünür oluyor.
Yoksa öteki türlü kendimize kandırmaya devam edip duracağız.
İhtiyaçlarımı gördüm; kendime şefkatliyim.
Pratiklerimi uyguluyorum; şefkatliyim.
Kendime karşı yumuşak ve naziğim; yani şefkatliyim.
Bunlar kendimizi kandırmak için sesli söylediğimiz formüller olabilir.
Terk edemediğimiz tüm o nesneler, insanlar, mekanlar, işler, deneyimler bize şefkatin henüz tüm kalbimizi kaplamadığını gösteriyor. Bunu farketmek ayrı bir çaba, kabul etmek ise bambaşka bir cesaret.
Kendimize, kaptırdığımız hikayenin dışından bakabildiğimizde şefkat doğuyor. O ana kadar o kadar özdeşleşiyoruz ki hikayeyle, olan bitenle, geçmişle, kimliklerle göremiyoruz, kendimize karşı acımasızlığımızı göremiyoruz.
İşte tam da bu yüzden sanat var.
Kendi acıma bakamıyorsam, sanatla bir başkasınınkine bakabiliyorum. Ve böylelikle yavaş yavaş kendime doğru da uzanıyor bakışım.
Bir filmin, romanın, resmin, müziğin içine sızmış olan o duyguya, o acıya, o insanlık hallerine temas ettikçe kendiminkine de bakma cesaretim doğuyor yavaşça.
Demem o ki şefkatin kalplerimizde doğabilmesi için bazen sıkı bir roman okumak gerekir, samimi bir film izlemek gerekir bazen.
Ki acıyla olan ilişkime bambaşka bir yerden bakabileyim.
Ama en önemlisi bakabileyim.
Hissedebileyim.
Sevgiyle,
Eda