Son zamanlarda zihnimin hep bir bekleme halinde olduğunu gözlemliyorum. Bu ilk defa farkına vardığım bir durum değil, ancak epeydir bir eşikte olduğumu düşündüğüm için bu bekleme hali zihnimde geniş bir yer kaplıyor. Sanki varmam gereken bir destinasyon var gibi ve ben oraya henüz varmadığım için şimdiki an önemini yitiriyor gibi…
Yok hayır bu yazının konusu şimdiki anın önemiyle ilgili değil. Bu bültenin çıkış noktası olan doğu ile batının bilgelik öğretilerinden, felsefelerinden yola çıkarak bu “varış noktası” beklentisine biraz bakalım istiyorum.
Hazır mısın?
21. Yüzyıl insanları olarak bitiş ve başlangıçlara dair kültürel ve bireysel kendi mihenk taşlarımız olsa da hepimiz doğada hiçbir karşılığı olmayan bir takvime sırtımızı dayamış durumdayız. Mevsimsel döngülerden, gezegensel döngülerden bağımsız bir takvimle 1 Ocak’ta bir başlangıç yapıyoruz. Zamana yapay bir çeltik atıyoruz. Öte yandan kadim medeniyetlerde, mesela Mayalar’da, 19 farklı takvim olduğunu biliyor muydunuz? Her biri zamanın doğada varolan farklı döngüler ekseninde kaydını tutuyordu. Venüs takvimi, Ay takvimi gibi…
Ve haliyle başlangıç ve sonlara dair bizdeki gibi tek boyutlu değil, çok boyutlu bir algıları vardı.
Bu içselleştirdiğimiz tek boyutlu başlangıç ve bitiş algısından dolayı mıdır bilmem süreklilik içerisindeki bir “oluş” haline dair bir şeyleri ıskalıyoruz gibi geliyor. Net bir başlangıç ve net bir son arzusu ile yaşamdan taleplerde bulunuyoruz. Geçicilik prensibi ile örülmüş yaşamın dokusunda elbette ki sürekli bir başlangıç ve sonlar var. Ancak bazen aralar varmış da oralarda sıkışıp kalıyormuşuz gibi de algılayabiliyoruz zamanı. Benim son zamanlarda hissettiğim gibi. Yeni bir başlangıç için ve yeni bir varış noktası için işaretleri bekliyor gibiyim. Oysa ki yaşam sürekli bir oluş hali ve esasında bir varış noktası yok. Olmamız gereken kişi olmak için belli bir destinasyon yok. Olduğumuz kişi olmayı asla sonlandıramayacağımız bir yolculuk içerisindeyiz. Bir başka deyişle hiçbir zaman hayatımızın zirvesine, ilişkimizin zirvesine, mesleğimizin zirvesine varamayız çünkü yaşam algıladığımızın aksine sürekli bir oluş haliyle kendini gerçekleştiriyor.
Bunu Yunan Filozof Parmenides’in öğrencisi Elealı Zeno’nun paradoksu üzerinden ele alalım. Zeno gerçekliğin tek bir bütün olduğuna, dolayısıyla uzay, zaman ve hareketin birer yanılsama olduğuna inanıyordu. Siz ve başladığınız yer, vardığınız yer ve oraya varmak için geçen zaman tek ve aynı şeyken, bir yerden başka bir yere, o zamandan şimdiye seyahat etmekten nasıl bahsedebilirsiniz?
Zeno görüşlerini ispatlamak adına 40’tan fazla paradoksa başvurmuş olsa da en ünlüsü Akhilleus argümanı olarak tarihe geçmiş.
Bu argümana göre bir yarışmada en hızlı koşucunun en yavaş koşucuya yetişmesi imkansızdır. Nitekim kovalayanın önce kaçanın kalkış noktasına varması gerekir, dolayısıyla daha yavaş olan daima daha hızlı olanın biraz ilerisinde olacaktır.
Truva savaşının hızlı kahramanı Akhilleus, bir yarışta bir kaplumbağayla karşılaşır. İkisi koşmaya başladığında kaplumbağaya bir avantaj sağlanır, çünkü Akhilleus’un onu hızla geçeceğinden kimsenin şüphesi yoktur. Ancak bir sorun vardır. Akhilleus kaplumbağayı geçmek için önce kaplumbağanın başladığı yere varmak zorundadır, fakat o oraya vardığında kaplumbağa ilerlemiş olacaktır. Akhilleus yine ona yetişmek zorundadır ve farklı hızları nedeniyle mesafe kısalmış olsa da, Akhilleus kaplumbağanın olduğu yere ulaştığında, kaplumbağa yine biraz ilerlemiş olacaktır. Çünkü Akhilleus kaplumbağanın başlangıçtaki T0 konumuna ulaştığında, kaplumbağa T1’e geçmiş olacaktır; Akhilleus’un T1 konumuna ulaştığı sürede kaplumbağa T2’ye, sonra da sonsuz bir dizi halinde T3, T4, T5’e ulaşmış olacaktır.
Bu hikaye Buddha ile Angulimala’nın hikayesi ile bir paralellik olduğunu söylüyor Zen dharma öğretmeni Zuisei.
Angulimala Buddha’yla aynı dönemde yaşamış, nam-ı dört bi yana yayılmış azılı bir katil. Öldürdüğü 1000 kişinin parmaklarından yaptığı çelengi boynuna asıp geziyormuş. Bir gün Buddha’yı uzaktan görünce, onu da öldürmeye karar vermiş. Son kurbanına doğru koşmaya başlamış. Ancak Angulimala ne kadar hızlı koşarsa koşsun sakince yoluna devam eden Buddha’ya yetişemiyormuş. Angulimala artık dayanamayıp ardından bağırmaya başlamış : Dursana keşiş, dur artık!
Bunun üzerine Buddha nazikçe ; "Ben durdum, Angulimala, ancak asıl durmayan sensin.”demiş. Ve o anda, o pek de sıradan olmayan o anda, her şey değişmiş. Angulimala kâbusundan uyanmış ve ne yaptığını görerek Buddha'ya kendisini kutsaması için yalvarmış.
Ne kadar hızlı koşarsak koşalım yetişemeyeceğiz. Ne kadar çabalarsak çabalayalım varamayacağız. Bir noktadan diğerine gerçekten hareket etmedeğimiz için oraya varmak aslında bir yere varmak değildir. Bir film karesinin aslında nasıl meydana geldiğini ilk öğrendiğimde bu hakikate değer bir cılız bir ışık yanmıştı zihnimde. Benim hareket halinde gördüğüm bir film karesi aslında ardı ardına sıralanmış yüzlerce fotoğrafın bir araya gelmesi ile oluşuyordu. Her bir fotoğraf esasında kendi içinde tam ve bütün bir oluş halini içeriyor. Bir başlangıcı ve sonu olmayan tam bir oluş hali. Buradan oraya gitmeyen sadece bir varoluş hali içerisindeyken sanki gidiyormuşuz gibi hissettiren bir yanılsama içerisindeyiz. Tam da bu sebepten büyük bir hareket yoksa sanki bir şey olmuyormuş gibi sanıyoruz. Bir bekleme sürecindeymiş gibi, zihin hep bir sonraki başlangıç ya da varış noktasına kitleniyor. Ve elbette ki bu da bir mutsuzluk zinciri yaratıyor.
Kısa bir dönem sabahları gözlerimi açar açmaz kendime “Bugün yeni bir gün.” Diyerek yataktan çıkıyordum. Bu benim sadhana’mın bir parçasıydı.
“Bugün yeni bir gün.”
Öylesine söylememeye de özen göstererek cümlenin işaret ettiği hakikate hizalanmayı deniyordum.
Oysa ki daha da doğru bir cümle şu olurdu : bu yeni bir an, tıpkı diğer tüm anlar gibi.
Bir varış noktasının olmaması fikri tuhaf geldiği gibi ego-zihne ürkütücü de gelebilir. Çünkü hep bir hedefle oynamayı seven ego-zihnin oyuncağı elinden alınmış gibi bir anda amaçsız, yolsuz kalmış gibi gelebilir. Ne varılacak bir yer yok mu!
Öte yandan bu şu an bana çok iyi geliyor, kim bilir belki sana da iyi gelir. Varılacak bir yerin olmaması, tırmanılacak bir zirvenin olmaması, olan tek şeyin olmanın kendisi olması çok ama çok hafif geliyor. Bir deneyim sonlandı diye yeninin başlamasını beklemek yerine şu an bir oluş halinde olduğumu hatırlamaya ihtiyacım var.
Bir şeyler olaca ve hayatım başlayacak. Bir şeyler olacak ve yeni bir dönem açılacak. Bir şeyler olacak ve hayatımın zirvesine erişeceğim….
Tüm bu düşünceler sadece ızdıraba davetiye çıkarıyor…
Hafiflik ise şu; varılacak bir yer yok, tırmanılacak bir zirve yok.
Elealı Zeno’ya selam olsun!
Eda